Bilecik'de Dünya Ve Ahiret

dünya ve ahiret

Resûl-i Ekrem, ashabından bir zâtın hastalandığını duydu ve hemen ziyaretine gitti. Hastalanan sahâbî, hastalıktan iyice zayıflamış ve âdeta bir kuş yavrusuna dönmüştü. Allah Resulü yanında bir müddet kaldıktan sonra ona, “Herhangi bir konuda Allah’a dua ediyor veya ondan bir şey istiyor muydun?” diye sordu. Hasta zât,    “Evet. Allah’ım! Beni ahirette ne ile cezalandıracaksan onu şimdiden dünyada bana ver, diye dua ediyordum.” cevabını verdi. Bunun üzerine şaşkınlığını açıkça ifade eden Allah Resulü böyle dua etmemesi konusunda onu uyardı ve ona, “Allâhümme âtinâ fi’d-dünyâ haseneten ve fi’l-âhireti haseneten ve gınâ azâbe’n-nâr.” (Allah’ım, bize dünyada iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi cehennem azabından koru!) diye dua etmesini tavsiye etti. Tavsiyeye uyan hasta, bir süre sonra iyileşti. (Müslim, Zikir, 23) On yıl boyunca Hz. Peygamber’e hizmet etmesiyle tanınan Enes b. Mâlik de Allah Resûlü’nün en çok yaptığı duanın, “Allah’ım, bize dünyada iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi cehennem azabından koru!” (Müslim, Zikir, 26) şeklinde olduğunu nakletmektedir. Bu dua,    Allah Resûlü’nün Yüce Allah’tan istediği şeyler içinde en önde geleninin, dünya ve âhiret arasındaki denge olduğunu bize öğretir. Allah Resûlü hem dünya hem de âhiret iyiliği istemek suretiyle bu iki hayatın birbiri ile olan bağına anlamlı bir   atıfta bulunmuştur. Daha sonra bu dua,    Müslümanların namazlarında okudukları dualardan birisi olarak onların günlük ibadet hayatının ayrılmaz bir   parçası hâline gelecek ve   böylece müminlerin dünya ve   âhiret dengesini korumalarına yönelik mânevî bir vesile sayılacaktır. Allah Resûlü’nün öğretisinde dünya ve   ahiret, birbirinin devamı olan ve   birlikte kazanılan hayatlardır. İnsanlardan beklenen, hayata gözlerini açtıkları dünya ile   hayata gözlerini yumduktan sonraki ahiret arasında bir denge kurmalarıdır: “Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma!..” (Kasas, 28/77) Bu   dengeyi sarsacak aşırı    uçların bir   tarafında tamamen maddeye dayalı olan dünyevîleşmiş bir yaşantı, diğer tarafında ise ruhbanlık denilen tamamen mistikleşmiş bir hayat bulunur. Hz.    Peygamber’in kendisini ibadete adadığı için    eşini ihmal eden sahâbî Osman b.   Maz’ûn’a söylediği, “Ey Osman! Biz (Müslümanlara) Ruhbanlık emredilmedi...” (İbn Hanbel, VI, 226) sözü, insanlardan yeme içme, uyuma ve   evlenme gibi    dünyevî hazları terk    ederek bir ruhban hayatı sürmeleri beklenmediğini    açıkça göstermektedir. Benzer şekilde onlardan Firavun (Tâ-Hâ, 20/49) ve   Kârûn (Kasas, 28/76-78) gibi    dinî    ve   mânevî değerlere sırt   çevirerek ölçüsüz bir   şekilde dünyaya sarılmaları da   istenmemektedir. Ne   dünyasını âhireti için    terk    etmesi istenir müminden, ne   de âhiretini dünyası için    feda    etmesi... Allah Resûlü’ne ait bir   hadis olmasa da hikmetli ve   özlü    bir   söz    olan, “Hiç     ölmeyecekmişsin gibi    dünyan için, yarın ölecekmişsin gibi    âhiretin için    çalış!” şeklindeki meşhur deyiş de dünya ve âhiret dengesini vurgular. Hem   ilk  (dünya) hem   de  son   (âhiret) hayatını kazanmanın ve  iki dünya mutluluğunu elde    etmenin yolu iki   dünyanın birbirinin tamamlayıcısı  olduğunu  kavramaktan  geçmektedir.  Allah  Resûlü  bu   hakikati şöyle ifade etmektedir: “Kimin kaygısı âhiret olursa Allah onun zenginliğini kalbine yerleştirir, iki yakasını bir araya getirir ve dünya zelil bir şekilde ona gelir. Kimin kaygısı da dünya olursa Allah onun fakirliğini iki gözü arasına koyar ve onun iki yakasını bir araya getirmez; kendisine ancak onun için takdir edilen dünyalık ne ise o gelir.” (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 30) Dünya hayatı, Hz.    Peygamber’in ifadesiyle, ebedî hayat olan âhirete giderken uğranılan bir   uğrak mahallidir. (Buhârî, Rikâk, 3) Ancak âhiret hayatı insanın buradaki yaşantısına göre    şekilleneceği için, dünya hayatı ihmale gelmeyecek    kadar önemlidir. Zira    insanın âhirette bulacağı şey,    dünyada iken    elde ettiği şeydir. (Necm, 53/39-42) İnsan, dünya hayatında kendisi için    ne   gibi    bir   hayır işlerse, âhirette Allah katında onun karşılığını bulacaktır. (Müzzemmil, 73/20) Diğer yandan dünya ve   âhiret hayatı arasındaki denge, her    iki   hayatın    da  aynı    derecede önemli olduğu anlamına gelmez; bilakis denge, dünyaya  da   âhirete  de   hak    ettikleri  ölçüde  değer  vermekle  mümkün olur. Âhiret hayatının kalıcı, bâkî ve   ölümsüz olması (Mü’min, 40/39) onu   geçici, fâni ve   ölümlü olan dünya hayatından (Enfâl, 8/67) daha    üstün yapmaktadır. Bu  açıdan bakıldığında Kur’an, “Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Âhiret yurduna (oradaki hayata) gelince, işte asıl yaşama odur. Keşke bilmiş olsalardı!” (Ankebût, 29/64) der. Resûl-i Ekrem, dünya ile   âhiret hayatını son    derece çarpıcı bir   benzetme   ile   mukayese etmektedir: “Vallahi, âhiretin yanında dünya(nın konumu), ancak birinizin şu (işaret) parmağını denize daldırması gibidir; (parmağının) ne (kadar su) ile döneceğine bir baksın!” (Müslim, Cennet, 55) Şu   hâlde Allah Resûlü’nün ifadesi ile, “Cennette bir kamçı kadar yer, dünyadan ve onun içindekilerden daha hayırlıdır. Öğleden önce ya da sonra —herhangi bir zamanda— Allah yolunda cihad için sefere çıkmak, dünyadan ve onun içindekilerden daha hayırlıdır.” (Buhârî, Rikâk, 2) Dünya ve   âhiret arasında böyle bir   ilişki olmasına rağmen, insanlar-dan    kimileri dünya hayatını âhirete tercih ederler. (İbrâhîm, 14/3) Öldükten sonra diriltileceklerine inanmadan ömürleri sadece dünya hayatıyla sınırlıymış gibi yaşarlar, (Enâm, 6/29) kendi zevk    ve   menfaatlerini Allah’ın rızasından üstün tutarlar, (Nisâ, 4/77) âhireti feda    ederek dünya hayatlarını satın alırlar. (Bakara, 2/86) Dünyaya karşı o  kadar düşkündürler ki   bin    sene    yaşamak isterler. (Bakara, 2/96) Dinlerini bir   eğlence ve   oyun edindikleri için dünya hayatı böyle kimseleri aldatmıştır. (Arâf, 7/51) Onlar, dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Âhiretten ise   tamamen gafildirler. (Rûm, 30/7)  Diğer   yandan kimi insanlar da   âhireti ister    ve   bir   mümin olarak ona    yaraşır bir   şekilde çalışırlar. İşte    böyle insanların çalışmalarının karşılığı Allah katında da   verilir. (İsrâ, 17/19) Nitekim Resûl-i Ekrem, “Akıllı kişi, nefsini küçük gören (kendini hesaba çeken) ve ölümden sonrası için çalışandır. Âciz kişi ise, nefsinin arzularına uyan ve (bu hâline bakmadan bir de) Allah’tan (bağışlanma ve cennet) isteyen kimsedir.” (Tirmizî, Sıfatü‘l-kıyâme, 25) buyurarak bu gerçeğe dikkat çekmiştir. Yüce    Allah dünya ve   âhiret hayatlarını bir   ölçü    ve   denge içinde yaşayan ve “ne ticaretin ne de alışverişin kendilerini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardan” övgüyle söz   eder. (Nûr, 24/37-38) Böylesi insanlar, son    serlevha hadisimizde ifade edildiği gibi,    Allah Resûlü’nün övgüsüne mazhar olurlar: “Kaygısı en yüksek olan insan, dünya ve âhiret işlerine önem veren mümin insandır.” (İbn Mâce, Ticâret, 2).

 

 

 

HZ. PEYGAMBER’İN ÜSTÜNLÜKLERİ

 

Bir  gün    Medine’de Nebî (sav)    ashabıyla otururken bir   Yahudi çıkageldi ve   “Ey    Kâsım’ın babası! Arkadaşlarından biri yüzüme vurdu.” diyerek şikâyette bulundu. Bu kişi, “Allah fakirdir, ama biz zenginiz!” (Âl-i İmrân, 3/181) diyerek, mecazî anlamda Allah’a güzel bir şekilde borç    (karz-ı hasen) veren yani Allah rızası için malını harcayan kimseden söz eden âyetle (Bakara, 2/245) alay   ettiği    için   Hz. Ebû   Bekir’in hışmına uğrayan Yahudi bilgini Finhâs’tan başkası değildi. Bu yüzden daha önce de Hz. Ebû Bekir’i Hz. Peygamber’e şikâyet etmişti (Taberî, Câmiu’l-beyân, VII, 442). Finhâs’ın bu seferki şikâyeti yine Hz. Ebû Bekir’le ilgiliydi. Allah Resûlü, Finhâs’ın şikâyeti üzerine Hz. Ebû Bekir’i çağırttı ve “Sen bu Yahudi’ye vurdun mu?” diye sordu. Hz. Ebû Bekir de ona vurduğunu itiraf etti. Ebû    Hüreyre ve   Ebû    Saîd    el-Hudrî’nin anlattıklarına göre, ensardan bir   adam çarşıdan geçerken bir   Yahudi’nin satmaya çalıştığı malına hoşuna gitmeyen bir   meblağ teklif edilince malını övmek için, “Musa’yı âlemlere üstün kılan Allah’a yemin olsun ki...”    diyerek yemin ettiğini işitmişti. Bunun    üzerine, “Ey    alçak adam! Muhammed’den de   mi   üstün kıldı?” diye ona    çıkışmış, o  da   “Muhammed’i âlemlere üstün kılan Allah’a yemin olsun    ki...” demek suretiyle misillemede bulunmuştu. (Müslim, Fedâil, 160). Tartışma kızışınca da   sahâbî öfkesine hâkim olamayarak Finhâs’ın yüzüne bir   tokat atmıştı. Finhâs, Müslümanlarla Yahudiler arasında yapılmış olan    antlaşmaya göre devletin güvencesi (emanı) altında olduğu gerekçesiyle derhâl Peygamberimize (sav)    giderek Medineli sahâbîyi dava etti.    Neticede iki   tarafı da   dinleyen Allah Resûlü her ikisine de şu uyarıyı yaptı: “Allah’ın peygamberlerini birbirlerine üstün tutmayın!” (Müslim, Fedâil, 159) “Beni de Musa’dan üstün tutmayın!” (Buhârî, Husûmât, 1). Belli ki   o, peygamberler arasında üstünlük yarışı yaptırılmasını istemiyordu. Yüce Allah’ın seçtiği bütün peygamberler iman açısından ve   getirdikleri   ilâhî    bildirinin evrensel özü    ve   esası bakımından eşittirler. Allah Teâlâ her    ne   kadar bazı    elçilerine ilmî, manevî veya    dünyevî mevkiler bakımından    diğerlerinden daha fazla lütufta bulunmuşsa da   peygamber olmak bakımından aralarında hiçbir fark    yoktur. Kur’ân-ı Kerîm’e kulak veren bir   mümin, bütün peygamberlerin Allah tarafından seçildiğine ve   hepsinin    üstün  örnekler olduğuna inanır ve   bu   konuda peygamberler arasında fark    gözetmez. Yüce Allah’ın, “Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler.” (Bakara, 2/285) ve “Sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler.” (Bakara, 2/4) şeklinde tasvir ettiği müminlere yakışan, “O’nun elçilerinden hiçbiri arasında ayrım yapmayız.” (Bakara, 2/136, 285) demektir. Allah Resûlü (sav)    de “Hiçbiriniz sakın benim Yunus Peygamber’den hayırlı olduğumu söylemesin.” (Buhârî, Enbiyâ, 35) buyurmak suretiyle    peygamberlerin birbirlerinin rakibi olarak algılanmasını istememiştir. Resûl-i Ekrem’in, kendisini, sabırsızlığı dolayısıyla balığın karnına düşen ve hakkında Allah Teâlâ’nın, “Balık sahibi (Yunus) gibi olma!” (Kalem, 68/49) buyurduğu Yunus Peygamber’den üstün tutmaması son derede anlamlıdır. Öte    yandan Yüce Allah bazı    peygamberlerini sadece dine    davetle yükümlü kılmışken içlerinden seçtiği bazı    resûllerine de   sahifeler, kitap ve şeriat vermiştir. Hz.    Nuh, Hz.    İbrâhim, Hz.    Musa, Hz.    İsa   ve   Hz.    Muhammed gibi    bazı    peygamberlere de   baskı ve   sıkıntılara karşı gösterdikleri mücadelenin büyüklüğü nedeniyle “ulü’l-azm” sıfatı (Ahkâf, 46/35) verilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hakk’ın Hz.    Musa gibi    kimi    peygamberlerle konuştuğu, (Kasas, 28/30) kimilerinin derecelerini yükselttiği, Hz.    İsa’yı “Rûhu’l-Kudüs” ile   desteklediği    anlatılır ve   peygamberlerden bazılarına çeşitli meziyetler bahşedildiği bildirilir. (Bakara, 2/253) Aynı şeklide Allah Teâlâ, “Gerçekten biz, peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık; Dâvûd’a da Zebur’u verdik.” (İsrâ, 17/55) buyururken, âdeta, demircilik yaparak (Enbiyâ, 21/80) geçimini sağlamaya çalışan Hz.    Dâvûd’a dilediğinde hükümdarlık ve   hikmetin kapılarını açarak (Bakara, 2/251) onu    çok    üstün bir   konuma getirdiğini hatırlatmaktadır. Hz.    İbrâhim, Hz.    İsa   ve   Hz.    Musa gibi    peygamberlerin tevhid mücadelelerinin anlatıldığı Bakara sûresinde de   Yüce Allah, Hz.    Muhammed’e (sav), “Şüphesiz sen, (Allah tarafından) gönderilmiş peygamberlerdensin.” (Bakara, 2/252) buyurarak iltifatta bulunmuştur. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de anlatıldığına göre, Allah Teâlâ, vaktiyle bütün peygamberlerden ve   dolayısıyla o  peygamberlerin ümmetlerinden, kendilerine verileni tasdik eden bir   peygamber geldiğinde, ona iman ve yardım etmeleri konusunda söz almıştır. (Âl-i İmrân, 3/81) İman ve  getirdikleri ilâhî    bildirinin özü   ve  esası    bakımından eşit olan peygamberlerin dünya ve   âhirete ilişkin bazı hususlarda kendilerine   özgü    birtakım hususiyetleri vardır. Bu  çerçevede Resûlullah’ı (sav) diğer peygamberlerden ayıran bazı    özellikler ve  ayrıcalıklar olduğu da muhakkaktır. Hatta bu   ayrıcalık tabiî olarak onun ümmeti için    de   geçerli    olacaktır. (Tirmizî, Siyer, 5) Örneğin Câbir b.  Abdullah’tan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Benden önceki peygamberlerden hiçbirine verilmeyen beş şey bana verilmiştir: Ben, düşmanımın içine bir aylık mesafeden korku salma yardımına mazhar oldum. Yeryüzü bana mescit ve temiz kılındı, onun için ümmetimden namaz vaktine kavuşan herkes (bulunduğu mekânda) namazını kılıversin. Ganimetler bana helâl kılındı. Her peygamber sadece kendi kavmine gönderilirken ben bütün insanlığa gönderildim. Ve bana şefaat (etme hakkı) verildi.” (Buhârî, Salât, 56) Başka bir   rivayette ise   Allah’ın Resûlü, yukarıdakilere ilâve olarak, “Bana cevâmiu’l-kelim (az sözle çok mânâ ifade etme kabiliyeti) bahşedildi... Ve peygamberler benimle son buldu.” buyurmuştur. (Müslim, Mesâcid, 5) Rivayetlerden anlaşıldığına göre, Resûl-i Ekrem, Hendek Savaşı’nda olduğu gibi (Ahzâb, 33/26) Allah tarafından düşmanın kalbine korku salma konusunda desteklenmiştir. Diğer semavî dinlerin mensupları ibadetlerini kendilerine özgü mekânlarda yaparlarken, Yüce Allah Hz.    Peygamber’e ve   ümmetine bir   lütuf olarak temiz olan    her    yerde namaz kılma ve   gerekli durumlarda teyemmüm etme imkânı tanımıştır. Müslüman olmayanlardan savaş yo-luyla elde    edilen ganimetleri ümmet-i Muhammed’in buna olan    ihtiyacını bilen Allah Teâlâ, (Buhârî, Farzu’l-humus, 8) Müslümanlara helâl kılmıştır. (Enfâl, 8/69) Hz.    Peygamber bütün insanlığa gönderilmiştir.

Kısacası Peygamber Efendimiz (sav), “İnsanların ahlâkça en güzeliydi.” (Tirmizî, Birr, 69)

KAYNAK: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları

Hazırlayan: Muhammet COŞKUN/Din Hizmetleri Uzmanı