Bilecik'de

02 Nisan 2021 - 10:35

AHDE VEFA - SÖZE SADAKAT:

ALLAH’A VERİLEN SÖZ

Allah Resûlü’nün ashâbından Enes b. Nadr, Bedir Gazvesi"ne katılamamıştı. Buna çok üzülmüş, “Allah, Resûlullah’la birlikte bir savaşta bulunmamı nasip ederse, ne yapacağımı o görecektir” diyerek duygularını ifade etmiş, ancak ileri gitmekten de çekinmişti. Aslında bu, Allah’a ve Allah adına verilmiş bir sözdü. Sonraki yıl Resûlullah’la birlikte Uhud Savaşı’na katıldı. Enes için, verdiği sözü tutmanın zamanıydı. Ayneyn Geçidi’nde konuşlandırılan okçuların yerlerini terk etmesi üzerine yaşanan kargaşada Resûlullah’ın öldüğü haberi yayıldı. Müslümanlar sağa sola kaçışmaya başladı. Bu kargaşa esnasında Enes, gözünü bile kırpmadan müşriklerin üzerine yürürken Sa’d b. Muâz ile karşılaştı. Sa’d, “Ey Ebû Amr! Nereye?” diye sorduğunda Enes’in cevabı, “Cennet’in kokusu ne kadar hoş, Uhud’un gerisinden bu kokuyu alabiliyorum” oldu. O, korkusuzca ilerlemeye devam etti, savaştı ve şehit oldu. Öyle ki vücudu seksenden fazla yara aldı. Şehitlerin kimliklerini belirleme çalışmasından sonra, kız kardeşi Rübeyyi, “Kardeşimi sadece parmak uçlarından tanıyabildim” demişti.

 

Enes b. Nadr verdiği sözü tutmuştu. Allah Teâlâ, “Müminler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir, kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir” (Ahzab, 23) âyetiyle, Enes b. Nadr gibi yiğitlere övgü yağdırmıştı. (Müslim, İmare, 148)

 

“Allah’a verdiğiniz sözü tutun” (Enam, 152) hitabının anlamını kavrayan Müslümanlar, Allah’a ve Resûlü’ne verilen sözlerin, yerine getirilmeye en lâyık olan ahitler olduğunun bilincindedirler. Allah’a verilen söz, O, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorduğunda, “Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)” şeklinde verilen cevapta yatmaktadır. (Araf, 172) Kelime-i tevhid veya kelime-i şehâdet ile yenilenen ve “Kâlû belâdan beri Müslüman’ım” ifadesiyle dilimizde yer edinen bu ahit, can ile, mal ile veya maddî-mânevî türlü fedakârlıklar gerektirmektedir. Müslümanlar, bu özverinin farklı örneklerini, tarih boyunca ortaya koymuşlardır. Zira bilmektedirler ki bu söze sadakat ve ahde vefa Yüce Rabbimiz tarafından özel olarak ödüllendirilecektir. (Fetih, 10)

 

VEFA, İMANIN ALAMETİDİR

 

Verilen söz, vefayı gerektirir. Nitekim Peygamber Efendimiz, hutbelerinde, “Emanete riayet etmeyenin imanı yoktur; ahde vefa göstermeyenin ise dini yoktur” (İbn Hanbel, 3/134) buyurmuştur. Allah ve Resûlü"ne verilen söz ise ayrıcalıklıdır, daha fazla hassasiyet gerektirir. Ancak sözün kime verildiğinin değil, bizzat sözün kendisinin esas olduğunu; söz verildiyse, antlaşma yapıldıysa mutlaka sözün yerine getirilmesi, antlaşmaya riayet edilmesi gerektiğini öğretir Allah Resûlü bize. Şu örnek bu öğretinin en güzel örneklerinden biridir:

 

Mekkeli müşrikler adına Süheyl b. Amr (Müslim, Cihad ve Siyer, 93) Hz. Peygamber’le on yıllığına Hudeybiye Antlaşması’na imza atmak üzereydi. (Ebu Davud, Cihad, 156) Antlaşma metni henüz hazırlanırken Süheyl b. Amr’ın oğlu Ebû Cendel, ayaklarına vurulmuş pranganın zincirleriyle sıçrayarak çıkageldi Allah Resûlü’nün huzuruna.(Buhari, Sulh, 7) İslâm’ı kabul ettiği için prangaya vurulmuş olan Ebû Cendel, müşriklerin ellerinden kurtulup çok yakınına, Hudeybiye’ye kadar gelmiş olan Hz. Peygamber’e sığınmıştı. Ancak Hz. Peygamber’le Mekkeli müşrikler arasında imzalanmak üzere olan antlaşmada, Mekkelilerden Hz. Peygamber’e sığınanların İslâm’ı kabul etmiş olsalar dahi Mekkelilere geri verileceğine dair bir madde vardı. (Buhari, Şurut, 1)

           

Tarafların antlaşma üzerinde konuştukları esnada gerçekleşen bu iltica üzerine Süheyl, antlaşma gereği oğlu Ebû Cendel’in kendisine teslim edilmesini istedi. (Buhari, Şurut, 15) Müslüman olan Ebû Cendel, müminlere yönelerek yalvardı, kendisine işkence edildiğini söyledi. Zaten ne kadar çok işkenceye uğradığı her hâlinden belli idi. Yürekleri parçalayan bu manzara karşısında Hz. Peygamber, Ebû Cendel’i babasına teslim etmek istemedi. Hatta Ebû Cendel’i kendi yanlarına aldıktan sonra antlaşmayı imzalamasını ona teklif etti. Ancak Süheyl bunu kabul etmedi. Sonunda Ebû Cendel’i müşriklere teslim eden Hz. Peygamber, üzerinde anlaşmak üzere oldukları bir ahdi yerine getirdi ve Ebû Cendel’e sabretmesini tavsiye etti. Ebû Cendel’in yakarışı orada bulunan müminleri ağlattı ise de bir süre sonra durum Müslümanların lehine döndü.(Vakidi, Meğazi, 2/608)

 

Ahde vefa gösterilmesi, her ne koşulda olursa olsun, lehine de olsa aleyhine de olsa verilen sözlerin tutulması, müminin ayırıcı özelliklerindendir. Nitekim câhiliye âdetlerinin bütün çeşitleriyle hüküm sürdüğü Mekke toplumunda, ahdine vefa göstermekte son derece hassas olan ve verdiği sözü mutlaka tutan Hz. Peygamber, daha peygamber olmadan önce dahi “Muhammedü’l-Emîn” (Güvenilir Muhammed) olarak şöhret kazanmış, onun bu özelliğini can düşmanları bile itiraf etmekten kendilerini alamamıştır. Henüz Müslüman olmayan Ebû Süfyân, ticaret amacıyla Şam’a gittiğinde, peygamberlik iddiasında bulunan Muhammed hakkında kendisinden bilgi almak istediğini söyleyen Rum Kayser’i Hirakl ile aralarında geçen konuşmayı şöyle anlatmaktadır:

 

Hirakl, "Peygamberlik iddiasında bulunmadan evvel onu hiç yalan söylemekle itham etmiş miydiniz?" dedi. Ben, "Hayır" dedim. "Sözünde durmazlık eder mi?" dedi. "Hayır, ancak biz şimdi onunla belli bir zamana kadar anlaşmış bulunmaktayız. Bu müddet içinde ne yapacağını bilmiyoruz" dedim.” Karşılıklı konuşmada Ebû Süfyân, arkadaşları tarafından yalanlanacağı korkusuyla gerçeğe aykırı şeyler söyleyemediğini itiraf etmektedir. (Buhari, Bedu’l-Vahy,1)

 

İbn Abbas’tan gelen başka bir rivayete göre Hirakl, Ebû Süfyân’ın verdiği cevapları, “Onun, namaz kılmayı, doğru dürüst olmayı, iffetli olmayı, ahde vefa göstermeyi ve emaneti sahibine tevdi etmeyi istediğini iddia ettin” şeklinde özetlemiş, “İşte bunlar bir peygamberin vasfıdır” demek suretiyle, beklenen peygamber hakkındaki bilgisinin yanında ona olan hayranlığını da ortaya koymuştur. (Buhari, Şehâdât, 28)

           

Yazılı bir antlaşma, yeminle perçinlenmiş bir vaat ya da verilmiş bir söz, şüphesiz vefayı gerektirmektedir. Açık vaat ve antlaşmaların yanında, elçilere dokunmamak, kendilerine sığınan insanları düşmana teslim etmemek gibi hususlara da sadakat şarttır. Nitekim Bedir’de esir düşen Peygamberimizin amcası Abbâs b. Abdülmuttalib’in fidyesini getirmek üzere Medine’ye gelen ve aslında Bedir’den önce Müslüman olduğu hâlde Medine’ye gelinceye kadar bunu gizleyen Ebû Râfi’, Medine’de kalmak istemiştir. (Ebu Nuaym. Hilyetü’l-Evliya) Ebû Râfi’ kendi hikâyesini şöyle anlatır: “Resûlullah’a, Kureyş’e geri dönmeyeceğimi söyledim. Bunun üzerine bana şöyle dedi: "Ben ahdimi bozmam, elçileri de alıkoymam. Sen şimdi geri dön. Şu an düşündüğün gibi yine gelmek istersen, sonra gelirsin." Bu konuşmadan sonra ben, önce Kureyşlilerin yanına geri döndüm. Ardından da Resûlullah’ın yanına geldim.” (Ebu Davud, Cihad, 151)

 

Kadim zamanlardan beri devletlerarası hukukta bir teamül olan "elçilere dokunmama" veya "onları alıkoymama" ilkesini Allah Resûlü kendi imzaladığı bir antlaşma olarak görmüştür. Dolayısıyla yanlış anlamalara yol açacak bir davranış olacağı için, Ebû Râfi’in arzu ve rızasına rağmen Medine’de kalmasına izin vermemiştir. Zira verilen sözden dönmek fâsıkların, (Bakara 26-27) yapılan ahitlere riayet etmek ise müminlerin en belirgin vasıflarındandır. (Müminun, 8) Nitekim “...Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü söz (veren, sözünden) sorumludur” âyeti gereği, verilen söz mesuliyet doğurmaktadır. (İsra, 34) Yine, “Kardeşinle (düşmanlığa varan) tartışmaya girme, onunla (kırıcı şekilde) şakalaşma ve ona yerine getiremeyeceğin sözü verme.” (Tirmizi, Birr, 58) buyuran Hz. Peygamber, söz vermenin ağır bir sorumluluk olduğunu ifade etmiştir.

 

 

 

SÖZDEN DÖNMEK AZAP SEBEBİDİR

 

Basit menfaatler nedeniyle verdiği sözden dönenler, Allah Teâlâ tarafından, “Allah’a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedelle değiştirenlere gelince, işte bunların âhirette bir payı yoktur. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için acı bir azap vardır”(Âl-i İmran, 77) âyet-i celîlesi ile tehdit edilmektedir.

 

Allah Resûlü, câhiliye döneminde yapılmış olsalar bile, antlaşmalara riayet edilmesini tavsiye etmiştir. (Tirmizi, Siyer, 34) Hz. Peygamber’in hayatında en mükemmel örneklerine şahit olduğumuz, vefakârlık ve antlaşmalara riayet hassasiyeti, zamanla İslâm ahlâkının vazgeçilmez bir özelliği hâline gelmiştir. Öyle ki Müslümanlar her hâl ve koşulda buna riayet etmişlerdir.

 

Hz. Peygamber’in, hile ve aldatmanın meşru görülme eğiliminin hâkim olduğu savaş hâlinde bile, “Yaptığınız antlaşmaları bozmayın” tavsiyesinin (Tirmizi, Siyer, 48) yanında, şartlar değişmiş olsa da yapılan antlaşmaların süresi içinde geçerliğini koruduğuna vurgu yapması anlamlıdır. (Tirmizi, Hacc, 44) Hatta antlaşmalı birini, antlaşma süresi sona ermeden öldüren kimseye Allah’ın cenneti haram kılacağını vurgulamış, (Ebu Davud, Cihad, 153) sözünde durmayan kişiye, Allah’ın ismini anarak yemin ettikten sonra, sözünden dönen kişiye, kıyamet gününde düşmanlık edeceğini ifade etmiş, (Buhari, Büyu, 106) kendisi hayatı boyunca zorlansa bile verdiği sözleri mutlak yerine getirmiştir.

 

Şu da var ki, Müslümanların kendi aralarında yaptıkları ticarî antlaşmalar veya birbirlerine verdikleri sözler zaman zaman taraflardan birine mağduriyet yaşatabilmektedir. Nitekim Medine’de iki kişi, bir hurma bahçesinin meyvesi üzerinde para peşin, mal veresiye olacak şekilde anlaşmışlardı. Ancak o sene ağaçlar meyve vermedi. Ortaya çıkan zarar üzerine aralarında tartışma oldu. Problemi kendisine ilettiklerinde, Hz. Peygamber satıcıya, “Onun malını neye karşılık helâl sayıyorsun? Ona ücretini geri ver” şeklinde tavsiyede bulundu. (Ebu Davud, Büyu (İcâre), 56) Anlaşmazlığın kaynağı olan ticaret tarzını, yani henüz olgunlaşmamış hurmanın satışını yasakladı. Daha da önemlisi, “Kim bir Müslümanın  kendisiyle yaptığı alışverişten vazgeçmesine onay verirse, Allah da onun günahlarını bağışlar” (Ebu Davud, Büyu (İcâre), 52) buyurmak suretiyle, başka bir erdeme atıfta bulundu. Resûl-i Ekrem"in verdiği mesajın, Müslümanlar tarafından ne çabuk kavrandığını Vâsile b. Eskâ şöyle anlatmaktadır: “Allah Resûlü, Tebük Gazvesi için çağrıda bulundu. Ben hemen (savaş malzemesi tedarik etmek için) ailemin yanına döndüm. Medine’ye geri geldiğimde ilk sahâbe grubu yola çıkmıştı. Ben, "Elde ettiği ganimet karşılığında bir adamı kim taşır?" diye bağırmaya başladım. Ensardan yaşlı birisi beni çağırdı. "Ganimeti bizim olmak şartıyla, birlikte bineceğimiz bir hayvan veririm. Bizimle de, yer ve içersin. Ne dersin?" dedi. Adamın yaptığı teklife, "Tamam" dedim. Bunun üzerine, "Yüce Allah yolunu açık etsin" dedi. Ben de onlarla yola çıktım. Allah, (savaş sonrası) bize ganimet nasip etti ve benim hisseme de birkaç genç deve düştü. Anlaştığımız üzere develeri alıp, bineğin sahibi olan kişiye getirdim. Develere baktı ve "Bunlar kıymetli hayvanlar" dedi. Ben de, "Onlar benim sana söz verdiğim ganimetler" dedim. Bunun üzerine adam, "Ey yeğenim! Develerini al götür. Biz, sana düşen ganimet derken (mânevî kazanç gibi) başka bir şeyi kastettik" dedi.” (Ebu Davud, Cihad, 113)

 

Unutulmamalıdır ki verilen sözlerin tutulması, ahde vefa, antlaşmalara riayet, kişinin kurtuluşuna vesile olacağı gibi, topluma da huzur ve barış getirecektir.


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR x