Bilecik'de Rıfk: Allah Her Işte Zerafeti Sever

rıfk: allah her işte zerafeti sever


Bilecik'de Rıfk: Allah Her Işte Zerafeti Sever

Bir gün Medine’deki bir grup Yahudi, Hz. Peygamber’in yanına geldi. Bilinen selâmlama cümlesi olan, “es-Selâmü aleyküm” ifadesini basit bir kelime oyunuyla değiştirerek “es-Sâmü aleyküm” (Ölüm üzerinize olsun!) dediler ve Hz. Peygamber’e karşı büyük bir kabalık yaptılar. Orada bulunan müminlerin annesi Hz. Âişe, Yahudilerin bu kabalıkları karşısında kendini tutamadı ve onlara, “Allah’ın lâneti ve gazabı da sizin üzerinize olsun!” diye karşılık verdi. Bunun üzerine Şefkat ve Merhamet Elçisi (sav) eşine hitaben, “Sakin ol ey Âişe! Kibar ve nazik olmalı, kaba davranmaktan ve çirkin konuşmaktan da sakınmalısın” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 38) “Onların ne söylediklerini duymadın mı?” diye soran Hz. Âişe’ye, Resûlullah şu karşılığı verdi: “Ben de onlara "ve aleyküm" (sizin üzerinize de) diyerek karşılık verdim ya!” (Müslim, Selâm, 11)

Söz ve hareketlerinde kabalıktan uzak durmak, kırıcı olmamak; yapıcı, uzlaştırıcı ve nezaket sahibi olmak, kişinin hem iyi bir insan hem de olgun bir mümin olduğunun göstergesidir. Sevgili Peygamberimiz, “Mümin bal arısı gibidir. Temiz olanı yer, temiz olanı (balı) üretir, bir çiçeğe konduğunda onu kırıp bozmaz” buyurmuştur. (İbn Hanbel, II, 199).  Bu teşbihiyle o, mümini, kırıp dökmeyen, temiz ve meşru işler yapan, yararlı ve nazik bir insan olarak tanımlamıştır. Diğer taraftan, kabalığı ve edepsizliği sebebiyle insanların terk ettiği ve etrafından uzaklaştığı kimseyi ise “en şerli kişi” olarak nitelemiştir. (Buhârî, Edeb, 38) Peygamberimizin elinde ve evinde yetişen Enes b. Malik’in şu ifadeleri, Hz. Peygamber’in hizmetçilere ve çocuklara bile ne kadar anlayışlı ve zarif davrandığını ortaya koymaktadır: “Resûlullah’a on sene hizmet ettim, vallahi bana bir defa bile "Of!" demedi. Bir şey yaptığımda da, "Niçin böyle yaptın! Şöyle yapsaydın ya!" diyerek azarlamadı.” (Müslim, Fedâil, 51). Çünkü sükûnet, yumuşak huyluluk ve nezaket, Rahmet Peygamberinin temel karakterini oluşturmakta, bu karakteriyle o (sav), bulunduğu her yeri güzelleştirmekteydi. “Rıfk (zarif davranış) işe güzellik katar, rıfktan (zerafetten) yoksunluk ise, işi kusurlu kılar.” (Müslim, Birr, 78)  buyuran Allah Resûlü, “Rıfktan (zerafetten) mahrum olan, hayırdan da mahrum olur.” (Müslim, Birr, 74) hadisiyle kaba ve sert tabiatlı insanı hayırsız olarak nitelemektedir.

 

Allah Resulünün tarifine göre, “Mümin, ırza, namusa dil uzatan, lânet eden, çirkin işler yapan, edepsiz konuşan kimse değildir.” (Tirmizî, Birr, 48) Kabalık ve edepsizlik içeren davranışların, çirkin ve argo konuşmaların, Yüce Allah’ın nefretle karşıladığı hususlardan olduğunu ifade eden Hz. Peygamber (Tirmizî, Birr, 62) bir başka hadisinde de, “Hayâ imandandır, imanın yeri ise cennettir. Kötü konuşmak kabalıktandır. Kabalık (insanları incitmek) ise cehennemdedir.” (Tirmizî, Birr, 65) buyurarak ağzı bozuk insanların iman ve hayâ ile bağdaşmayan bir kişiliğe sahip olduklarına işaret etmektedir. Yaratılmışların en yücesi ve en mükemmeli olan Sevgili Peygamberimizi anlatanlar, onun kaba davranışlar içinde bulunmadığını, sövgü ve kötü konuşmalardan şiddetle sakındığını vurgulamaktadırlar. (Buhârî, Menâkıb, 23) Nitekim Hz. Enes’in anlattığına göre, Resûlullah (sav) sövmez, kötü konuşmaz ve lânet etmezdi. Birini azarlayacağı zaman, “O alnı toprak göresiye ne oluyor?” (Buhârî, Edeb 38) diyerek, yüzüstü yere kapaklanmayı ifade eden bir Arap deyişini kullanmakla yetinirdi.

GERÇEK PEHLİVAN

Peygamberimiz gazap hâlinde, sövme ve kötü konuşma isteğine engelleyerek nefsine hâkim olabilmeyi şöyle tanımlamıştır: “Pehlivan, rakiplerini yenen kişi demek değildir. Gerçek pehlivan öfke anında kendisine hâkim olandır.” (Buhârî, Edeb, 76) Öfkenin en bariz sonuçları insanın dilinde tezahür eder. Yani öfkelenen kimse genellikle öfkelendiği şeye veya kişiye söver, hakaret eder ya da kaba davranır. İşte bunun için Hz. Peygamber bir başka hadisinde diline ve beline sahip olanları cennetle müjdelemiş ve “Kim bana iki dudağının arasındakini ve iki bacağının arasındakini korumayı garanti ederse, ben de onun için cenneti garanti ederim.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Rikâk, 23)

 

Bütün nezaketine ve dikkatine rağmen, zarif olmayan bir hareketin veya sözün insanlık hâli olarak kendisinden sâdır olduğu durumlar için Sevgili Peygamberimiz şöyle dua etmektedir: “Allah’ım, ben bir insanım. Hangi Müslümana ağır ve incitici konuştuysam, bunu, onun için arınma ve mükâfat (vesilesi) kıl.” (Müslim, Birr, 88) Peygamberimizin bu güzel duası, bilmeden kırıp incittiklerimize karşı bizim de aynı duyarlılığı göstermemizi gerekli kılmaktadır.

 

Sevgili Peygamberimiz müminlerin birbirine karşı yakışıksız konuşmalarını ısrarla yasaklamıştır. Allah Resûlü, ensardan bir toplulukla birlikteyken orada bulunan ve ağzının bozukluğu ile tanınan bir adamdan dolayı, “Müslümana sövmek fâsıklık (alâmeti), onunla savaşmak ise küfür(alâmeti)dür” buyurmuşlardır. (Buhârî, Edeb, 44) Yine, “Birbirine söven iki kişinin günahı, mazlum olan haddi aşmadıkça ilk sövene aittir” (Müslim, Birr, 68) buyuran Hz. Peygamber, birbirlerine hakaret edenlerden en büyük sorumluluk ve günahın bu çirkinliği başlatana ait olduğunu ifade etmiştir.

İNSAN KENDİ ANA BABASINA SÖVER Mİ?

İslam’a göre insanların bedenleri, canları, mânevî şahsiyetleri ve malları her türlü saldırı, tehdit ve hakaretten korunduğu gibi, anne babaları, aile fertleri, mensubu oldukları kavim, millet ve topluluk da fiilî ve sözlü tecavüzlerden korunmuştur. Buna göre ister kişinin kendisinden isterse dışarıdan gelsin, dinin koruduğu değerlere yöneltilen sataşma ve saldırılara engel olmak her Müslümanın görevidir. Dolayısıyla kişinin sövgü ve hakarete yol açacak davranışlardan uzak durması gerekir. Örneğin, Abdullah b. Amr b. Âs’tan nakledildiğine göre Resûlullah (sav) bir gün, “Bir kimsenin ebeveynine sövmesi büyük günahlardandır” demiş, ashâb bunun üzerine, “Yâ Resûlallah! Hiç insan ana babasına söver mi?” deyince, “Evet, bir kimse birinin babasına söver, o da onun babasına söver. (Adamın) anasına söver, o da onun anasına söver” buyurmuşlardır. (Müslim, Îmân, 146)

Dinimizde açıkça haram işleyen bir günahkâra bile hakaret etmek uygun bulunmamıştır. Suçlu cezasını çeker ama kendisine hakaret edilemez. Günümüz ceza kanunlarında da yerini bulan bu ilkeyi Sevgili Peygamberimiz on beş asır önce şu örnekle bize göstermiştir: Bir defasında sahâbîler, içki içen birini cezalandırması için Resûlullah’a getirdiler. Hz. Peygamber de ona dayak cezası uyguladı. Kimi eliyle, kimi pabucuyla, kimi de elbisesinin ucuyla adama vurmaya başladı. Bununla yetinmeyen birisi ise, “Allah seni rezil etsin!” diyerek sarhoşa hakaret etti. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, “Hayır, böyle demeyin! Ona karşı şeytana yardımcı olmayın!” buyurdu. (Buhârî, Hudûd, 4) Dolayısıyla suç işlemiş ve cezayı hak etmiş olsa da mümin kardeşin mânevî şahsiyetini korumak diğer müminlerin görevidir.

İNSANA, HAYVANA, BİTKİYE NEZAKET

Hz. Peygamber’in hilm ve nezaketi, sadece insanları değil aynı zamanda hayvanları, bitkileri ve diğer bütün varlıkları kapsar. Nitekim rıfk sahibi olan Cenâb-ı Hakk’ın yumuşak ve merhametli davranışlardan hoşnut olduğunu bildiren Allah Resûlü, hayvanlara da bu şekilde muamele edilmesini, gerektiğinde karınlarının doyurulmasını ve dinlendirilmelerini istemiştir. (Muvatta’, İsti’zân, 15) Bir defasında bindiği devesinin hırçınlaşması üzerine onu ileri geri çeken Hz. Âişe, Resûlullah’tan, “Ona yumuşak davran” uyarısını almıştır. (Müslim, Birr, 79) Bir sefer dönüşünde ise devesine lânet eden bir kimse için Peygamberimiz, “Onun üzerinden in. Lânetlenmiş bir hayvanla yanımızda yolculuk etme” buyurmuştur. (Müslim, Zühd, 74)

Allah’ın, insanların bir şekilde yararlanması için yarattığı hayvanlar birer nimet olarak görülmeli, onlara merhametle yaklaşılmalıdır. Zira Cenâb-ı Hakk’ın yarattıklarında bizim tahmin edemeyeceğimiz nice hikmetler vardır. “Horoza sövmeyin! Zira o, namaz için uyandırır” (Ebû Dâvûd, Edeb, 105-106) buyuran Resûlullah (sav) bu inceliğe işaret etmiştir. Ayrıca akıl ve şuur sahibi olmayan, akılla değil yaratılışı üzere güdüleriyle hareket eden, konuşup cevap veremeyen ve çoğu kere hakaret, sövme ve dövmelerimize mukabelede bulunamayan masum hayvanlara söven ve onları döven insanların, bu hareketleriyle onlardan daha aşağı seviyeye düştüklerini görmeleri ve düşünmeleri gerekir.

FELEĞE VE KADERE SÖVMEK

İnsanlar zaman zaman maruz kaldıkları sıkıntılar sebebiyle zamana, feleğe ve kadere sövmeyi alışkanlık hâline getirmişlerdir. İnsanlara, inançlara ve inanç konusu yapılan varlıklara sövülemeyeceği gibi, zamana sövmek, kahretmek veya lânet etmek de yasaklanmıştır. Ebû Hüreyre’den nakledildiğine göre, bir kudsî hadiste Resûlullah (sav) şöyle ifade etmiştir: “Yüce Allah buyurdu ki: "Âdemoğlu zamana söver, lânet okur. Halbuki zaman, benim! Gece de gündüz de benim elimdedir."” (Buhârî, Edeb, 101) Zira zamana sövmek, zamana nispet edilen bela, musibet ve benzeri hoşlanılmayan şeyleri yaratan Allah’ı rahatsız eder. (Buhârî, Tevhîd, 35) Bu husus bir diğer hadiste daha net ifade edilmektedir: “Sizden hiç kimse, "Zamana yazıklar olsun!" demesin. Zira zaman(ı yaratan) Allah’tır.” (Muvatta’, Kelâm, 1) Bu türden hadislerle câhiliye dönemine ait bir inanış da kaldırılmaktadır. Çünkü o dönemde Araplar başlarına gelen hastalık, felâket ve musibetlerin suçlusu olarak zamanı gösterir ve ona kahrederek söverlerdi. Bu tür bir algı ve inanç, Hz. Peygamber tarafından kesinlikle yasaklanmıştır. Dilimizde zaman veya kader anlamına kullanılan “felek” ve benzeri şeylere sövmek de zamana sövmenin kapsamına gireceğinden, böylesi davranışlardan sakınılmalıdır.

 

Zaman içerisinde insanın başına iyi veya kötü durumların gelebildiği, varlık ve yokluğun, hastalık ve sağlığın insanlar için olduğu hayatın bir gerçeğidir. Bu nedenle iyi bir müminin başına gelenlerden ders çıkarması, önleyebileceği problemlere karşı tedbirlerini gereği gibi alması, elinde olmayan şeylere karşı da sabır ve metanetle davranması gerekir. Doğrusu, bu gibi hâller karşısında sövmek ve lânet okumak gibi fevrî davranışlar, aşırı tepkiler, öfkeyi ve moral bozukluğunu artırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Örneğin hastalanan bir kimse, şifa vermesi için samimiyetle Allah’a yönelip dua etmeli, hastalığının tedavisi için tedavi yollarını aramalıdır. Hastalığa sövmesinin hiçbir anlamı yoktur. Nitekim Resûlullah (sav) bir gün, Ümmü Sâib veya Ümmü Müseyyeb künyesiyle anılan kadını ziyaret etmişti. Ona, “Ümmü Sâib! Sana ne oldu da böyle titriyorsun?” demişti. Kadın, “Sıtmaya tutuldum, Allah onu bereketsiz kılsın!” deyince Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu: “Sıtmaya sövme. Zira o, körüğün (yaktığı ateşin), demirin cürufunu giderdiği gibi âdemoğlunun hatalarını giderir.” (Müslim, Birr, 53) Böylece Allah Resûlü, bir yandan hastayı teselli ederken, bir yandan da çözümün hastalığa lânet okumak olmadığını ifade etmiştir.

Dinimizde hakaret, sadece kınanmakla kalmamış sövgünün niteliğine göre hukukî, maddî ve mânevî yaptırımlara da konu olmuştur. Örneğin sövgü, masum ve namuslu birine zina iftirasını içeriyorsa sövene kazif (iftira) cezası uygulanmış, buna ilâve olarak iftira edenin şahitliğinin ebediyen kabul edilmeyeceği bildirilmiştir. (Nûr, 4). Sövmenin muhatabı ne derece rencide ettiği düşünülürse, konuya kul hakkı bakımından da yaklaşmak anlamlı olacaktır.

Müslümanlara bütün işlerinde zarif, nazik ve edepli davranmalarını emreden Allah Resûlü (sav), başta ailesi olmak üzere tüm yakınlarına, arkadaşlarına, hatta gayr-ı müslimlere bile kibar davranmayı elden bırakmamıştır. O, Allah’ın rahmeti sayesinde etrafındakilere yumuşak davranmıştır. Şayet onlara karşı sert ve kaba davransaydı, Kur’an’ın ifadesiyle, etrafından dağılıp giderlerdi. (Âl-i İmrân, 159). İslâm Peygamberinin, kaba ve sert tabiatlarına rağmen Arap bedevîleri üzerinde yarattığı köklü dönüşümün sırrını, onun yumuşak huylu kalbinde, nazik ve kibar hitabında, affedici ve bağışlayıcı uygulamalarında aramak gerekir.

 

GÜNÜN AYETİ:

Sen onlara sırf Allah’ın lütfettiği merhamet sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onların bağışlanmasını dile, iş hakkında onlara danış, karar verince de Allah’a güven, doğrusu Allah kendisine güvenenleri sever.   (Al-i İmran, 159)

GÜNÜN HADİSİ:

Abdullah (b. Mes’ûd) tarafından nakledildiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Mümin, ırza, namusa dil uzatan, lânet eden, çirkin işler yapan, edepsiz konuşan kimse değildir.” (Tirmizî, Birr, 48; İbn Hanbel, I, 405)

GÜNÜN DUASI:

Allah’ım, ben bir insanım. Hangi Müslümana ağır ve incitici konuştuysam, bunu, onun için arınma ve mükâfat vesilesi kıl.

 BİR SORU - BİR CEVAP:

  SORU: Kader değişir mi?

CEVAP:  İnsan, kaderinin ne olduğunu bilmemektedir. Dolayısıyla insana düşen Allah’ın verdiği akıl, irade ve imkânlar çerçevesinde görevlerini en iyi şekilde yapma gayret ve şevki içinde olmaktır. Allah’a bakan yönüyle ise kader O’nun olmuş ve olacak her şeyi bilmesidir. Esasen O’nun her şeyi bilmesi, O’nun mutlak ulûhiyetinin gereğidir. Bu açıdan bakıldığında kaderin değişmesinden söz etmek Allah’ın ilminin değişmesinden söz etmek demektir; bu ise mümkün değildir. Dolayısıyla kaderde değişme bahis konusu olamaz.

Ancak bazı İslam âlimleri Allah’ın dilemesi hâlinde kaderin değişebileceğini söylemişlerdir. Onlara göre, kader, Allah’ın takdiri, kaza ise bunun gerçekleşmesidir. Bazen Allah, kuluna lütufta bulunarak takdir ettiği hükmü gerçekleştirmeyebilir.

Kaderin değişebileceğini belirten âlimler kaderi, kader-i mutlak (değişmez kader) ve kader-i muallâk (şarta bağlanmış kader) diye ikiye ayırmışlardır. Değişmenin ilkinde değil, ikincisinde yani şarta bağlı kaderde olabileceğini kaydetmişlerdir. Onlara göre, sadakanın belayı def edeceğini, sıla-i rahim yapmanın ömrü uzatacağını belirten hadisler bunu teyit etmektedir. Esasen, Allah’ın ezeli ilmi bağlamında düşünüldüğünde, bu ikinci kaderde de bir değişikliğin olmadığını, zira Allah’ın, şarta bağlı konularda da kulların nasıl davranacaklarını bilerek kaderi belirlediğini söyleyebiliriz.

KAYNAK: DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI YAYINLARI                    

Hazırlayan : Muhammet COŞKUN/Din Hizmetleri Uzmanı