YARATMAK-YOKTAN VAR ETMEK ALLAH'A MAHSUSTUR


Takvimler hicretin dokuzuncu yılını gösteriyordu. Yeryüzünde inşa edilmiş ilk mâbet olan Kâbe nihayet şirkin boyunduruğundan kurtulmuştu. Beytullah, müminlerin gönüllerini azamet, celâl ve vahdaniyet duygularıyla yeniden ilâhî renge boyuyordu. Mekke"nin fethi pek çok insanın kalbindeki kilitleri de açmıştı. Bunu yapamayanların ise hiç değilse akıllarında İslâm hakkında giderilmeyi bekleyen bir merak duygusu uyandırmıştı. Artık önü alınamayan bir gerçek vardı, o da insanların İslâm"la yüzleşmek istemeleriydi. Hübel"i, Lât"ı, Uzza"yı, asla yıkılmaz sanılan sözde ilâhları yıkan neydi? Kim dize getirmişti, Kureyş"i, Ebû Leheb"i ve Ebû Cehil"i? İslâm"a karşı çıkanların sonu, Ebâbîl"in önünde dağılan Ebrehe"nin askerleri gibi olmuştu. Bedir, Hendek, Hayber şahitti buna... Bütün bunlar nasıl olup bitmişti? Yıkılmaz sanılan putlar nasıl yıkılmış, eğilmez sanılan ceberutlar nasıl dize gelmişti?

Bu soruların cevaplarını arayan çok sayıda kabile, Hz. Peygamber ile görüşmek üzere Medine"ye heyetler gönderiyordu. Onlar Medine"ye, Mescid-i Nebevî"ye bazen meraklı gözlerle, bazen Hakkı arayan gönüllerle geliyorlardı... Ve herkes nasibinde ne varsa geriye onunla dönüyordu. İmrân b. Husayn"ın naklettiğine göre, gelen heyetlerden biri de, Temîmoğullarındandı. Allah Resûlü konuşmasının başında, vereceği müjdeyi kabul etmelerini istemişti onlardan. Belki bu müjde inanmanın ne büyük güç olduğunun muştusuydu, belki cennetin müjdesi... Fakat kısa geçen görüşmede belli oldu ki, Temîmoğullarının, hakikate kulak vermek yerine, Arap yarımadasında hükümran olduğunu gördükleri bu yeni güçten maddî olarak yararlanmaktan öte bir arzuları yoktu. Onlar müjde olarak, altın, gümüş bekliyorlardı. En büyük ganimet olan Allah"ın rıza ve hoşnutluğunu reddediyorlardı. Belli ki onlar, bizim bunlara karnımız tok, diyorlardı. Onlar başlı başına zaten çok güzel olan kurtuluş müjdesini almayı reddetmişlerdi, üstelik onlara bu müjdeyi uzatan el Peygamber"in elleriyken...

Bu sefer mescitte Yemenli bir topluluk vardı. Sevgili Peygamberimiz, Temîmoğullarının geri çevirdikleri müjdeyi onların kabul etmesini istedi. Allah Resûlü"nün haber verdiği müjde umutlandırdı onları... Yemenlilerin karanlıklardaki kalpleri aydınlandı. Onlar Hz. Peygamber"in müjdesini kabul ettiklerini söylediler. Ayrıca, İslâm"ı daha iyi anlama ve yaratılışın başlangıcı hakkında bilgi alma konusundaki isteklerini de arz ettiler. Allah Resûlü onların isteklerini geri çevirmedi. Ne de olsa onlar en büyük müjdeye nail olmuş kişilerdi. Allah Resûlü, merak ettikleri yaratılış konusuyla ilgili onlara şu özlü sözleri söyledi: “Ezelde Allah vardı ve O"ndan önce hiçbir şey yoktu. Allah"ın arşı su üzerinde bulunuyordu. Sonra Allah gökleri ve yeri yarattı. Ardından da kâinatın tamamını (takdir ve tespit edip levh-i mahfûza) yazdı...” 

Allah Resûlü onlara yaratılışın sırlı perdesini, semavî dinlerin yaratılış retoriğinin derin sembolizmle örülü kelimeleriyle aralamıştı... Hz. Peygamber bu tür sorulara her biri ince bir mânâ ile sırlanmış sözlerle cevap verirdi. O, Allah"ın nimetinin yeryüzü yaratıldığından beri hiç eksilmediğinden bahseder, gece gündüz Allah"ın sağ elinden nimetlerin aktığını anlatırdı. Bazen, Allah"ın sağ eli gibi, Allah"ın diğer elinde de (toplumlara) bereketler olduğunu belirtirdi. Allah Resûlü bazen de, Allah"ın elinde tuttuğu teraziden bahseder, bu terazinin kefesinin bazı zamanlar indiğini, bazı zamanlar çıktığını ifade ederdi. Yaratılışın, Allah Resûlü"nün diliyle insan muhayyilesinde resmedildiği kelimelerdi bunlar: Arş, su, levh-i mahfûz, sağ el, sol el ve mizan (terazi)... Yaratılış ve hükümranlığın ilâhî tılsımı olan kelimeler insanların muhayyilesinde azamet ve ihtişam çağrışımları yaparak, Yüce Yaratıcı"nın kudret, rahmet ve feyzi hakkında bir parça olsun fikir vermekteydi. Bu anlatım kuşkusuz Kur"an"ın anlatımıyla da benzerlik arz etmekteydi.

Allah"ın su üstündeki arşı, kâinatın yegâne hâkiminin Allah olduğunu fısıldıyordu kulaklara... Bu söz, “Allah kâinatın yaratıcısı ve hâkimidir.” demekten daha etkili ve ucu bucağı tanımlanamaz olan sermedî kudreti daha çok betimleyicidir. Yaratılışla ilgili bu kudret levhası Kur"an"dan pek çok âyetle daha da zenginleşiverir. Bu derunî anlatımın bir yerinde, Allah"ın insanoğlunun perçeminden tuttuğundan bahseden âyet vardır. Diğer bir yerinde tüm kâinatın Rabbin elinde dürülüp toplanması, başka bir yerinde Allah"ın elinin onların ellerinin üstünde olduğunun ifadesi…

Yaratılış, asırlardır insanoğlunun merakını cezbeden konulardan biridir. Nitekim yukarıda yer verilen hadiste bahsedildiği gibi, Yemenliler de aynı merak duygusuyla, yeni kabul ettikleri dinin rehberi olarak Peygamberimize ilk önce bu konu hakkında soru yöneltmişlerdi. İnsanın bu kadar mahlûkat içerisindeki yerinin ve değerinin ne olduğu, kendi varlığını anlamlandırabilmesi için her zaman önemli bir soru olmuştur. Bunun cevabı ise en güzel şekilde Kur"ân-ı Kerîm"deki yaratılışla ilgili âyetlerde verilmektedir. Kur"an, yaratılış olgusunun ayrıntılarını vermekten ziyade inananları, yaratılışın amacı ve gayesi hakkında düşünmeye sevk etmektedir. Nitekim Kur"an, “Yeryüzünde dolaşın da Allah başlangıçta nasıl yaratmış bir bakın.”  ikazıyla insanın, sahip olduğu akıl ve duyu gibi melekelerle, buna dair bir fikir edinebileceğini ima etmektedir. Buna göre kâinattaki her şey, yaratılanların çoğuna üstün kılınan insan için yaratılmıştır.

Kur"an"ın yaratılışla ilgili olarak insana sunduğu bilgiler, Allah"ın sonsuz kudretinin en belirgin tezahürlerindendir. Yaratılışın sırlı ve dehşetli hikâyesinin peşine takılmak, insanın Rabbi karşısındaki aczini ikrar etmesi olduğu kadar, rubûbiyet ve ulûhiyet nurunun ne denli sonsuz ve inançsızların ağızları ile söndüremeyecekleri kadar muhteşem olduğunun da kabulüdür. Soğuktan korunmak için elbiselere bürünen, sıcaktan bunalan, hastalıklar karşısında güçten düşüveren insan, kendisi ile ilgili pek çok şeyi kontrol edemezken, bütün arz sırlı bir biçimde Allah"ın kudretine boyun eğmekte; gökyüzündeki bulutlar, engin mavilikleri ile ufka doğru uzanıp giden denizler hep onun koyduğu kanunlar çerçevesinde varlıklarını sürdürmekte; güneş ve ay belli bir döngüye tâbi olarak itaat edilecek yegâne kudrete lisan-ı hâl ile işaret etmektedir. Karmaşık olduğu kadar ahenkli bir nizamın, bilimle çözümlemeye çalıştığımız, üzerine teoriler kurduğumuz kâinatın ve canlıların yaratılışına dair bu efsunlu hikâye merak duygumuzun en gözde konusu olmaya devam etmektedir.

Yeri gelmişken son olarak günümüzde insanların çokça kullandığı YARATMAK kelimesi asla doğru olmayan bir kullanımdır ve insanın imanını zedeleyecek bir tehlike taşımaktadır. Çünkü YARATMAK sadece Yüce Allah’a ait bir fiil olup YOKTAN VAR ETME anlamını taşımaktadır ki bunu insanın kendisi ya da diğer varlıklar için kullanması çok çirkin bir durumdur. Lütfen eğer böyle bir yanlışımız varsa bunu düzeltelim, eğer bir kardeşimiz bizim yanımızda bunu kullanıyorsa onu güzelce uyararak bu yanlıştan vazgeçirelim.

*Bu yazı Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanan Hadislerle İslam adlı eserden ilgili bölümden alıntılanmıştır.